26 Kasım 2013 Salı

1-

1.

İnsanlar diyorum mösyö! İnsanlar neden bu denli yenilmişler hırslarına ve neden bu kadar hevesliler kendilerini tanımadan, yaşamadan ölüp gitmeye? Bir yerlerde hala iyi insanlar olduğunu düşünelim mi? Düşünürsek adım atabilir miyiz başkalarının egolarına çarpmadan? Kim bilir, belki bir gün, mösyö; belki bir gün.


24 Kasım 2013 Pazar


Yine her şey en üst seviyede tek düze, her şey aynı. Değişen pek bir şey yok. Aslında değişmesi gereken şeyler var, yani umarım değişiyordur onlar da, evet dersleri kast ediyorum. 

Bir insan her sabah erken kalktığı halde şu metroya geç kalabilir mi? "Bir kere de rahat rahat gitsen şaşırırım" diye gülen babama "Olsun sabah sporu yapıyorum" demek de artık bir parçası oldu hayatımın. Sonra yolda koşarken kulaklıkların düğümünü açmada ustalaştım. Ayrıca metronun geldiğini gördüğümde merdivenlerde attığım deparlar görülmeye değer. Sonra tabii nefes nefese kalışlar. Bakın benden size tavsiye her sabah şöyle 5 dakika adam gibi koşun, ne kilo kalır ne bir şey. 

Şu an kendimi Ayşe Özyılmazel'in gereksiz köşe yazıları gibi hissediyorum. Acaba psikolojim bozuldu da farkında mı değilim :( Paylaşsam belki okuyan yok ama olsun kendi kendine yazmak da güzel. Gerçi sizin köyde kendi kendine konuşanlara deli diyorlar biliyoruz. Ya o değil de şu deli dediğimiz, hastanelere tıktığımız insanlar aslında dünyayı gerçekten kavrayanlar. Eğer bu yazıyı okuyan varsa içinizde daha önce duymadıysanız akıl hastalarının yazdığı şiirleri bulup okuyun internetten. Bir kitapta toplamışlardı adı "İnilti."

"Güldüğümü rüyamda pek az görüyorum"

Arkadaş değme şairlerin şiirlerine taş çıkartır orada yazılı şiirler. 

Yalnız ciddi ciddi blogger gibi yazıyorum şu an, faydalı bilgimi verip eleştirimi de yaptım. Sırada yemek tarifi ya da film önerisi falan var diye korkuyorum. 
Bazen gerçekten sıkılıyorum ya. Bugün deneme sınavı vardı. Huyum kurusun Türkçe ve felsefe sorularında paragraflarda beğendiğim şeylerin altını çizer dururum, sınavdan çıkınca bir okurum onları. Bugün şunların altını çizmişim: 

"İnsanlar hırs ve zaaftan oluşur."

"Dağcılar, dalgıçlar, paraşütçüler ve daha birçok sporcu acaba gerçekten sonuca ulaşmak için mi o sporu yapar? Yani bir dağcı için sadece o dağın tepesine ulaşmak mıdır önemli olan, yoksa o süreç midir? Süreci önemsemezsek dağın tepesine bir helikopterle de çıkabiliriz."

Böyle işte. Blogger'lık sürecimin sonuna gelmiş bulunmaktayım... Bir başka yazıda görüşmek üz..
Tamam kafamı duvara ben kendim vuruyorum şimdiden :(

Sevgiler Ezgi

12 Kasım 2013 Salı

Çok Uzun Zaman Sonra Bir Şiir


Sonra birden gece iniyor üstümüze, korkuyoruz.
Ellerimizi nereye koyacağımızı bilmeden
-Ki korkunca insan elleri üşür-
Kaçıyoruz geceden
Gece bizi takipte
Ardı sıra gelen kırgınlıklar yakamıza yapışmış,
Gece üstümüze düştü düşecek
Hepimiz tutsak
Hepimiz çaresiz
Hepimiz neden böyle, bilmeyiz
Günlerin yorgunluğu
Gecenin soğukluğuna vururken
Ellerimizi nereye koyacağımızı bilmeden
Kaçıyoruz
Kaçmak ki bir var oluş çabası
Kaçmak ki yeniden gülmek
Öncekilerden
Sonrakilerden
En çok da şimdikilerden
Şimdilerden
Kimlerden..
Kaçmak?
Koştukça dökülüyor hüzünler
Ki yanlış söylemişler 
Hüzünler kalbin aynısıdır.
23.33

9 Kasım 2013 Cumartesi

Vals

Andre Rieu - The Blue Danube Waltz

Hayatım boyunca bazı şeyleri ve bazı kişileri çok sevdim. Mesela Einstein, mesela Beethoven, mesela Portekizce, mesela kimya, mesela Attila İlhan, mesela... 
Liste çok uzar. 

İnsanın kendini böylesine nitelemesi doğru mudur, bilmiyorum. Ama gerçekten romantik bir yapım olduğu doğru ve sanırım bu özelliğim babamdan geçmiş bana. Deniz kenarında giderdik mesela, kolunu omzuma atar Nazım'dan, Ümit Yaşar'dan bir şeyler okurdu bana daha küçücükken. Şiiri sevdim işte küçücükken. Sonra müzik. Aslında adım başka olacakmış. Ece, Ebru, ya da Nisan. Sonradan Ezgi olmasına karar vermişler. İyi ki de öyle karar vermişler, çünkü belki de doğduğum an müzikle doğmuşum gibi hissediyorum sırf bu yüzden. 

Her neyse işte. Bir şekilde müzik ve şiirle harmanlanmış bir yaşamı seviyorum. -elbette ki yaşamım bunlardan ibaret değil, elbette ki her anımı sevgi pıtırcığı gibi duygu seli içinde de geçirmiyorum, aman!-

Ama vals.
Bilmiyorum.
Sanki tüm duygularımı yansıtan bir şey şu vals. İlk melodisini duyduğum saniye kendimi sağ elim hafifçe havaya kalkmış bir şekilde ayağa kalkmış, kendi etrafımda dönerken buluyorum. Aramızda kalsın, evde kimse yokken ya da herkes uyurken dans etmeyi çok severim. Hele bir de kendime yiyecek bir şeyler hazırlıyorsam mutfakta, sormayın gitsin. 

Beyaz, bembeyaz bir elbise, saçlarında papatya tacı -ama lütfen arabesk ve çocuksu düşünmeyelim, ne olur- beyaz saten eldivenler, sevdiğin insan ve vals. 

Vals edelim, lütfen, belki bir gün, çok geç olur?

00.37

8 Kasım 2013 Cuma

Eu sou...Vivienne?


Portekizce, Vivienne.

Sen nerelisin, hangi dili konuşuyorsun, hiç düşünmedim. Aslında senin bir dilin var mı onu da bilmiyorum. Olric gibisin benim için. Ya da Ahmet Abi'si Cansever'in. Pia'sı mı yoksa kaptanın? Bilmiyorum. Seslendiğim bir duraktan öte değilsin işte. Neden "Vivienne" olduğunu söylemiştim öncesinde, aslında başka şeyler de olabilirdi elbet ama konumuz bu olmasa gerek.
Gerçi... Bir konumuz mu var, bir konumuz var mı, bilemiyorum. Yine de yazmak, güzel. Cümlelerimi daha cimri kullanıyorum uzun zamandır. İnsanlarla konuşurken yani. Tasarruf ediyor gibi, kumbarada bozuk para biriktiriyor gibi belki. Çok da somut bir nedeni olmasa gerek bunun. Ama kullanmamız için onca kelime varken susmak, küçükken verilen on tane şekerden birini almak gibi bir şey. Aslında o şekerlerin hepsi seninken, bir tanesini alıyorsun işte. Susmak da böyle, sanırım. Yani, yine anlatamıyorum galiba. Yazmasam mı Vivienne? Kim bilir, belki bir yerlerde birileri "deli saçması" diyordur kelimelerime. Desinler. Diyebilirler. 
Aslına bakılırsa, demek istediğim çok fazla şey var. Üstüne konuşulacak çok şey var. Ama bir şeyler demek için yeterliliğe sahip olup olmadığımı bilmiyorum. Yine de, insan bir yerden başlamalı, gelişmeye.
Yeryüzünde ne çok duygu var, Vivienne ve biz bazen nasıl da duygu girdaplarına kaptırıyoruz benliğimizi. Bazen bakıyorum da, dünya duygularla yaşanacak bir yer değil ama hayat; duyguların esaretinde ne kadar mutlu olabileceğinin bir ölçüsü sanki. Duygularla yaşanacak yer değil dedim çünkü yıpranıyorsun. Çünkü kırılıyorsun, dökülüyorsun, parçalarını toplamak zorunda kalıyorsun. Ki, yanlış anlama Vivienne, kırılıp dökülmek, hüzünlü bir ayrılıktan, bir terk edilişten, yalnızca bir sevdadan ibaret olmak zorunda değildir her zaman. Hayatın kendisi zaten bir hortum gibi, insanı alıp sürüklüyor. İnsan, terk etmek zorunda bırakılıyor bu hortum tarafından. Kuşlara özendiğimi anlatmıştım ya, kuşlar göç edebilirler diye. Göç etmek, ayrı bir şey arkadaşım, geriye döneceğine dair bir umudun olur. Çünkü göç ederken, izlediğin yolda işaretler bırakırsın, geri dönüşte yolunu kolayca bulabilmek için. Ama hırçın bir hortumda savruluyorsan, geride ne umudun kalır, ne bir iz, ne bir geri dönüş. İşte insan bu yüzden hüzünlü bana kalırsa. İnsan bir şeyleri terk etmek zorunda kalmıyor mu sence de? Ah, hayır hayır gerçekten bir sevgiliyi terk etmekten bahsetmiyorum. Terk etmek, bir başkasını terk etmek demek değil. Terk etmek, bulunduğun şehirden kaçıp gitmek de olamaz. Terk etmek, olsa olsa zihinde olur Vivienne. Einstein'in beynini kaç parçaya ayırmışlardı incelemek için? Bence insanoğlu şu canlılığın sırlarını çözerken keşke bilimsel gerçeklikler dışında da bir şeylere ulaşabilse. Beyin, üretebildiği kadar da acı çeker çünkü düşünür. Düşününce şimdi, sahi kim bilir ne otobanlar vardır beynimizde! Kaç terk etmeye sahne olmuştur dersin? Bak Vivienne, benim bahsettiklerim ne idealar dünyası, ne fenomen, ne öz; ne felsefik cümleler kurmak için bir arzu besliyorum ne de bu cümleleri bir araya getirip bir şeyler kurgulamak gibi bir kaygım var. Sadece, yazıyorum. Neyse, konumuz bu da değildi. Terk etmek üzerine bir şey diyordum galiba. Soyut olanlarından bahsediyorum. Zihinde olanlardan. En basitinden sigara, Vivienne. Sen sigarayı çok seviyorsan o paketi çöpe atman onu terk ettiğini göstermez. Zihninden atman gerekir. İşte böyle, bu yüzden bir hortum gibi, geri dönüşü yok, olmamalı, zaten geride bıraktığı tek şey de toz bulutu. Kalanları yıkıntılar, döküntüler. 

Mecbur muyuz Vivienne, sevmediğimiz şeyleri zihnimizde terk etsek ve geriye bir tek toz bulutu kalsa, olmaz mı? 
Belki de, boşvermeli. Nasılsa yarın sabah yine aynı saatte uyanıp, aynı kahvaltıyı edip, aynı yerlere gideceğiz. 

Biz ne somut terk etmekten anlarız, ne de somut göç etmekten. Biz insanoğlu Vivienne.. Boşver.

Como vai voce?


19.06

6 Kasım 2013 Çarşamba

1.


Parmaklarımın hepsi ölü birer kelebek gibi bu akşam. Siz, ölü kelebeklerin hüznünü bilir misiniz? Birkaç güne sığdırılmış bir yaşam, daha mutlu olabilir mi acaba, böyle umarsızca geçen yüzlerce günün yanında? Bir kelebek olmak isterdim Vivienne, tüm acılar, tüm umutlar ve hayatın tüm güzelliklerinin değerini bilerek, dolu dolu yaşamak isterdim. Fakat bir kelebek olsam, kuşları kıskanabilirdim. Onlar göç edebiliyorlar Vivienne, göç etmek… Yuvalarını bırakıyorlar ama yeni başlangıçların güzel olmayacağına kim kesin hüküm verebilir ki? Yuvalarını bırakıp çok uzaklara gidebilmek, kuşlara bahşedilmiş harika bir güzellik. Çünkü biz, bırakıp gitme konusunda eksik kalmış insanlarız. Hüznümüz buradan mı gelir, yoksa biz hüzünlenmek için bahaneler mi yaratırız, bilemiyorum. Vivienne, ben elleri ısınmayan bir insanım ve kimi zaman kelebekleri, kimi zaman kuşları kıskanıyorum. Bazen hüznümü kanatlarla gökyüzüne bırakasım geliyor. Ama neden "Vivienne" diyorum, hiç düşündün mü? "Yaşam dolu" çünkü. Yaşamak, bir kuşun kanadında, bir kelebeğin ömründe güzel değil sadece. Bir kuş edemem kendimi, bir kelebeğin ömrüneyse, mümkünü yok sığamam. Ama unutmadığım tek bir şey var, ellerim üşüse bile, dünyayı değiştirebilirim Vivienne. Dünyayı değiştirmeliyim. 

22.46

06.11.13